Taraftar, Siyaset, Endüstriyelleşme Üçgeninde Türk Futbolu
“Futbolun 22 adamın topun peşinden koşması olduğunu düşünmenin, kemanın telden ve yaydan, Hamlet’in kağıt ve mürekkepten ibaret olduğunu söylemekten bir farkı yoktur.” J.B. Priestley
Birçoğumuz için 22 kişinin bir topun peşinden koştuğu, saha içi ve saha dışında büyük çekişmelere sahne olan bir oyun; kimileri için dost sohbetlerinde konuşulacak konu kalmadığında imdada yetişen bir araç; kimimiz içinse hafta içleri onunla yatılıp onunla kalkılan, hafta sonları da tribün jargonuyla deplasmanlara kaçılan bir yaşam biçimidir futbol. Tüm dünyada taraftarlar takımları için birçok şeye katlanırlar. Bu futbolun gerçeğidir. Öyle ki taraftarlar; tuttukları takımı desteklemek için saatlerce yağmurun altında beklerler. Yenisi yapılmak üzere yıkılacak stadyumların koltuklarını özenle söküp odalarının başköşelerine yerleştirirler. Takımları darda olduğunda hiç tereddüt etmeden “ben de varım” diye haykırırlar.
Hemen herkesin fikir sahibi olduğu ve herkes için farklı anlamlar taşıyan futbol, televizyonun evlere girmesi ve 1970’lerde esmeye başlayan küreselleşme rüzgarıyla birlikte kabuk değiştirme dönemine girdi. Kapitalizmin “her şeyin pazarlanabileceği” anlayışına uygun olarak futbol da endüstrileşti. Halkın oyunu olarak ortaya çıkan bu oyun değişen toplum yapısına, bir dönem düşük seyirci kitlesine, stadyum ve sahaların bakımsızlığına, savaşlara ve bir çok olumsuzluğa rağmen ayakta kalmayı başarabildi. Fakat futbol en büyük yarayı savaşlardan çok endüstriyelleşme ile aldı. Futbol takımlarının gerçek sahibi olduğu sanılan taraftarlar küreselleşme ile birlikte tüketici adını aldı. Futbol artık yalnızca sahadaki 22 adamla ilgili değil. Taraftarlar öyle düşünüyor olabilir ama başkalarına göre daha fazlası var. Yalnızca oyunla ilgilenen taraftarlar için yeşil sahanın rengidir; fakat yönetici ve işadamları için yeşil paranın rengidir.
Günümüz futbolunu tehdit eden yalnızca endüstriyelleşme değildir. Tribünde takımı ateşlemek için yapılan tezahüratlar yavaş yavaş yerine siyasi sloganlara bırakıyor. Bu durum aynı tribünde farklı siyasi görüşleri barındıran taraftarlar arasında gerginliğe yol açıyor. Tribün terörü olarak bilinen holiganizmi de var olan sorunlara ekleyince normal taraftar kitlesi futbol maçlarını daha güvenilir gördüğü televizyondan izlemek zorunda kalıyor.
Simon Kuper’in: “Futbol asla sadece futbol değildir.” sözünü irdeledikten sonra endüstriyelleşme ve siyasetin Türk futbolunu nasıl etkilediğine, taraftarların hislerini ticari ve siyasi kaygılar haline getiren mekanizmanın çarklarını döndüren yönetici ve siyasetçiler, ülke futbolunu nasıl bir çıkmaza sürüklediklerine göz atalım.
Futbol A.Ş
İcadından günümüze uzanan süreçte televizyon; bulunduğu her ortamda gündemi belirleyen ve yöneten, ev içi faaliyetlerinin en popüleri olarak karşımıza çıktı. Salonlarımızın en güzide köşesine hep o oturdu, söylenen ve saatlerce dinlenen oldu. Açıkken gözler sürekli onun üzerinde; kapalıyken de üzerine hiçbir zaman toz kondurmadı annelerimiz. Yaşantımızda bu denli öneme sahip bu renkli kutu, sanat ve siyaseti etkilediği gibi sporun da genleriyle oynadı.
1938’de bir İngiliz futbol maçının ilk kez BBC tarafından yayınlandığında her şey çok masum görünüyordu. Teknolojinin ilerlemesiyle daha çok kamera ve gösterişli grafikler taraftarların hiçbir zaman sevemeyeceği seyirci kitlesini oluşturdu. TV’den yayınlanan maçların bilet alamayan seyirci ve maça gidemeyen taraftarlar için yapıldığı iddia edildi. Fakat gerçekte durum öyle değildi. Futbol kaynaklarının yayıncı kuruluş, kulüp yöneticileri hatta futbol federasyonları arasında paylaşılacağı bir sistem kurulmuştu. Bu sistem ülkemizde en fazla İstanbul takımlarına yaramıştır. 2011-2012 sezonunda Süper Lig havuzunda toplanan 574 milyonluk gelirin yaklaşık 190 milyonu Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray arasında paylaşılmış geriye kalan %70’lik gelir ise 15 takıma paylaştırılmıştır. 2011-2012 sezonu parasal ödül dağıtım tablosuna bakıldığı zaman gelir havuzundan Galatasaray, Ankaragücü’nden tam 5 kat fazla pay almıştır. Bu adaletsiz dağıtım sonucunda futbolcularına para ödeyemeyen Ankaragücü peş peşe iki lig birden düşmüştür. Şüphesiz ki, üç büyükler tabirine sahip takımların sahip oldukları toplumsal tabanın yaygınlığı yayın gelirlerinin de adaletsiz dağıtılmasına neden olmuştur. Bu durum İstanbul takımlarını Süper Ligi yönlendirir duruma getirmiştir. İstatistiksel verilerin adaletsiz olmasında en büyük pay yine takımların en büyük gelir kaynağı olan TV’dir.
Televizyon, üç büyüklerin seyirci kitlesini büyük oranda arttırmış; bunun sonucunda hiçbir zaman İstanbul’da maç izleyemeyecek insanlar üç büyüklerin seyircisi olmuştur. Haliyle 1959 yılında kurulan birinci ligde oynamış 68 takımdan yalnızca 6 takım şampiyonluk görmüş; Anadolu takımları ekonomik ve yıkılması güç endüstriyel sistemden dolayı yalnızlığa itilerek başarısız olmuştur. Futbola gönül vermiş insanlar yaşadığı şehrin takımını tutmadıkça bu saltanatı yıkmak zor gibi görünüyor.
Futbolun kanayan yaralarından biri de kulüplerin taraftarların elinden alınıp şirketleşme sürecine girmeleridir. Bu noktada önümüzdeki en iyi örnek Göztepe’dir. 25 kez süper ligde, 7 kez de Avrupa Kupalarında mücadele eden, şimdiki adı UEFA olan Fuar Şehirleri Kupası’nda 1968-1969 sezonunda yarı final oynama başarısı göstermiş takım, şirketleştikten 5 sene sonra 5 sezonda tam 4 kez küme düşmüştür. Fakat Göztepe taraftarları, 2 Eylül 2006’da “İsyan Yürüyüşü” ile takımlarına destek vermiş, kulüplerine tesis için 15 dönümlük arazi bağışlamıştır. Yine “Henüz Ölmedik” hareketiyle Sakaryaspor; “Diriliş” hareketiyle de Ankaragücü, endüstriyel futbola yenik düşen takımlarına destek çıkmış; fakat taraftarların kısıtlı desteklerine rağmen bu takımlar alt liglerden kurtulamamıştır. Bu başarısızlıkların nedeni kulüplerin transfer yasağı olarak gözükse de asıl sorun ülke takımlarının altyapıya önem vermemesidir.
2005 yılında 120 milyon € borçla Alman Borussia Dortmund takımı iflas bayrağını çekmiştir. Ligde 3 sezon orta sıralarda bulunan Dortmund, altyapıdan yetişen oyuncular, yerinde transferler ve en önemlisi maçlarına gelen ortalama 80.000 taraftarı ile iflas bayrağını çektikten 5 sene sonra Bundesliga şampiyonu olmuştur. Bu süreçte BVB, endüstriyel futbolun kölesi olmadan, taraftarı sömürmeden doğru hamleler ile başarının nasıl yakalanacağını tüm dünyaya gösterse de ülkemizdeki kulüpler bu başarıdan nasibini almamış görünüyor. Örneğin en ucuz bileti 1.100, en pahalısı 8.200 TL olmak üzere 2013-2014 sezonunda 11 çeşit kombine satışa sunan Fenerbahçe, 3.513 TL ortalama fiyatla İsyanya’nın Real Madrid, Barcelona, İngiltere’nin Manchester United, Chelsea, Almanya’nın Bayern Münih, Borussia Dortmund ve İtalya’nın Juventus, Milan takımlarını geride bırakıyor.
Fenerbahçe’nin 2012 yılında kombinelerden elde ettiği kazanç 56 milyon lira iken Galatasaray’ın kombine kazancı 80 milyon liradır. Yine kulüpler, taraftar ürünleri satış merkezlerinden büyük meblalar kazanmaktadır. Fenerium’un 2012 yılındaki cirosu 76 milyon lira iken aynı yıl GS Store’nin yıllık cirosu 65 milyon liradır. Kulüplerin bu gelirlerine sponsor ve süper lig havuz gelirlerini de ekleyince çok büyük kazançlar ortaya çıkıyor. Buna rağmen ülke kulüplerinin Avrupa kupalarındaki başarısızlıkları paradoksal bir tartışmayı da beraberinde getiriyor. Bir diğer tartışma konusuysa bunca gelire rağmen kulüplerin borçlarının olması. 31 Ağustos 2013 verilerine göre Fenerbahçe’nin kısa ve uzun vadeli borç yükümlülükleri 562 milyon lira. 2013 yılı itibariyle Galatasaray’ın toplam borcu ise 434 milyon lira. Bu mali tablo kulüplerin iyi yönetilemediğinin göstergesidir. Kulüpler, ancak Dortmund sistemine benzer kalkınma modelleri uygulayarak bu keşmekeşten kurtulabilir. Aksi takdirde Türk futbolu bir çıkmaza sürüklenecektir.
Türk futbolundaki en büyük problemlerden biri de oyunculardan toplanan düşük vergilerdir. Ülkemizde futbolculardan yüzde 5-15 arasında gelir vergisi stopajı kesilmektedir. Düşük vergi oranları sebebiyle Türkiye, futbolcular için adeta bir “vergi cenneti” özelliği taşıyor. Özellikle yabancı futbolcuların Türkiye’yi seçmesindeki en büyük neden ülkede uygulanan düşük vergi sistemidir. Çünkü en üst ligde oynayan bir futbolcunun İngiltere ve Japonya’da ödediği vergi %50, Almanya’da %45, İspanya ve İtalya’da %43, Fransa’da ise %40’dır. Ülkemizin yabancı futbolcu mezarlığına dönmesinin en önemli sebebi de budur. Yüksek miktarlara transfer edilen yabancı futbolcular, kulüplere bir katkı sağlayamadıkları gibi vergi oranlarının düşük olması nedeniyle ekonomik anlamda da katkıları olmamaktadır. Burada değinmek istediğim bir başka husus da futbolcuların işçi ve memurlardan daha az vergi ödemeleridir. Vergi sistemine göre çalışanların yıllık kazancına göre yüzde 15-35 arasında vergi alınıyor. Örneğin geçen sezon futboldan 5 milyon 232 bin lira kazanan futbolcu Mehmet %15 vergiyle 785 bin lira vergi ödemesine karşın yüzlerce memurun toplanıp bir şekilde 5 milyon 232 bin lirayı bulduğunu farz edersek memurlar yaklaşık 1 milyon 821 bin lira gelir vergisi ödeyecek. Başka bir tabirle memur Mehmet, futbolcu Mehmet’in iki katından fazla vergi ödüyor.
Endüstriyel Futbola Karşı Tribün Kültürü
Endüstriyel futbola topyekün karşı olmakla birlikte 21.yüzyılda endüstriyel futbolun hiçbir platformda kaybetmeyeceğini realite olarak görmemiz gerekir. Bu realiteye karşı yapılabilecek tek şey futbol tutkunlarına taraftarlık bilincinin aşılanmasıdır. Örneğin son on senede Galatasaray Futbol Takımına ait tam 13[1] farklı renkte forma basılmış. Galatasaray Kulübü, taraftarların bilinçaltına aidiyet duygusunu işleyerek onları 13 farklı renkte forma almaya zorluyor. Fakat kitleler kendilerini müşteri olarak görmekten rahatsız olmuyor. Farklı şehrin takımını tutan seyirciler yayıncı kuruluşa para ödemekten çekinmiyor. Futbolseverler, hafta içi saat 19.00’da başlayacak maçın kendileri için bir sorun olabileceğini düşünüyor fakat bu uygulamayı protesto etmek yerine kumandanın düğmesine basmayı tercih ediyor. Fenerbahçe’yi izlemek için kombine alanlar, kendilerine Barcelona’dan neden daha fazla kombine ücreti ödüyoruz? sorusunu sorma gereksinimi duymuyor. Adanaspor ve Adana Demirspor taraftarları, taraftarların görüşüne engel olduğu gerekçesiyle pankart asamazken aynı stadyumda Gençlik ve Spor Bakanlığı’nca asılan metrelerce pankartlara göz yumuyor.
Meşale ve konfeti yasaklanıp görsel gösteri yapın diyen yetkililer yıkık dökük stadlarda görsel gösterinin yapılamayacağını hesaba katmadılar. Meşale ve konfetiyi tehlikeli bulan futbol federasyonu stadyumlara girişte alkolmetre uygulaması yapmıyor, üst aramalarında bulunamayan kesici aletler stadyumda bir bedene saplanmış halde bulunuyor. Holiganizme göz yuman bu zihniyet tribün kültürünü oluşturan materyalleri yasaklarken taraftarlar bu yasaklara karşı yalnızca internet sitelerine bildiri yazmakla yetiniyor. Oyunu kontrol edenler taraftarlara kırmızı kart gösteriyor fakat taraftarlar bunun farkında değil. Yöneticiler, iş adamları ve siyasetçiler futbolun yönünü kendi amaçlarına uyacak şekilde değiştirirken taraftarlar bu noktada seyirci rolünü üstleniyor. Eğer taraftarlar maçlara gitmekten daha fazlasını yapmazlarsa takımlarını kaybedecekler.
Futbol ve Siyaset, Siyaset ve Futbol
Portekizli diktatör Salazar, hayatının sonlarına doğru halkını diktatörce yönetmesine rağmen nasıl başarılı olduğuna dair sorulan bir soruya; “3 F” [2] formülü ile yönetimde başarılı olduğunu ifade etmiştir. Bir başka örnek olan Franco da yine ülkesini diktatörlük ve faşizmle yönetirken, futbolun afyon etkisinin farkına varmış ve bu etki ile insanları uyuttuğunu söyleyerek iktidarını 36 yıl devam ettirmiştir. Portekizli diktatöre sorulan soruya benzer bir soru da, İspanyol diktatöre sorulmuş; O ise verdiği cevapta stadyumları uyku tulumuna benzetmiş ve “insanları yüzbin kişilik stadyumlarda uyuttum” demiştir. Franco faşizmine karşı Katalanlar da, Barcelona’ya bir kulüpten öte (Més que un club) anlamı yüklemişlerdir. Gerçekten de Barcelona bir kulüpten ötedir. Kendilerine ait bir devletin oluşmasını isteyen Katalanlar, özellikle Franco’nun tuttuğu takım olan Real Madrid maçlarında “Catolonia, not Spain (İspanya değil Katalonya) pankartlarıyla bir kulüpten öte sloganının hakkını vermektedir. İspanya’nın bir başka önemli kulübü de Atletic Bilbao’dur. Bask ülkesinin takımı olan Atletic, Bask kökenli olmayan hiçbir futbolcuyu takımına almamıştır. Stadları San Mames’e gelen rakipler de korku içinde sahaya çıkmaktadır. Bu durum taraftarlar arasında “Atletic çıkınca ETA[3] susar” şeklinde özetlenmektedir.
Futbol ve siyasetin iç içe olduğu bir başka ülke de İtalya’dır. İtalya 1. ve 2. liginde yer alan Livorno, Atalanta, Fiorentina, Empoli, Ternana, Cenova gibi takımların taraftarları arasında sol ideoloji hakimdir. Hemen her maç Che Guevera’nın posterlerinin açıldığı bu maçlarda “Bella Ciao”[4] marşı söylenmektedir. Buna karşın Juventus, İnter, Verona, Udinise ve Lazio taraftarlarında aşırı sağ ideolojiler daha baskın durumdadır. Bu ideolojinin en uç noktasını temsil eden Lazio taraftarları ise İtalyan diktatör Mussolini için övücü pankartlar açmaktadır. Bu sebeple İtalya’da sağ ve sol ideolojiler mecliste olduğu kadar en az stadyumlarda da çatışmaktadır.
İtalya ve İspanya için verilen örnekler esasen bütün Avrupa için geçerlidir. Hollanda’da Ajax-Feyenord rekabetinde, milliyetçiler ile Yahudiler çekişirken İskoçya’da Celtic-Glasgow Rangers maçlarında Protestan-Katolik çekişmeleri yaşanmaktadır. Dini temellere dayanan bu çekişmede Rangers taraftarları Birleşik Krallığı desteklerken Celtic taraftarları İskoçya’nın bağımsızlığı için tezahürat yaparlar. Hemen her derbinin tarihinde İspanya ve İtalya’daki gibi politik sebepler vardır. Örnek vermek gerekirse Hamburg derbisi denildiğinde akla gelen St. Pauli ve Hamburg SV maçı esasında sağ ile solun hesaplaşmasıdır. Ruhr derbisi olan Dormund-Schalke 04 maçları da sınıfsal mücadeleyi temsil eder. Bu çekişmeler etrafında futbol, her rejimin bulunduğu ülkede gücünü göstermesi için bir aracı oldu.
Futbolu kirleten bir başka sebep de ırkçılıktır. Türkiye’de siyahi futbolcular taraftarın sevgilisi olurken Avrupalı taraftarlar Afrikalı futbolculara maç sırasında muz atmakta ve maymun sesleri çıkarmaktadır. Bu ırkçı tutuma karşı Futbolda Irkçılıkla Mücadele Derneği bile kurulmuştur. Dernek Türkiye’de ırkçılıkla ilgili bir şikayet almazken Türkiye, Avrupa’da sicili en temiz ülkedir.
Siyaset ve futbolu Türkiye ekseninde değerlendirdiğimiz vakit karşımıza büyük sorunlar çıkmamaktadır. Türkiye’de derbi kavramı daha çok “aynı şehrin takımları arasında oynanan maç” ile anılırken takımlar arasındaki çekişme yalnızca taraftarlar arasındaki futbol sevgisinden meydana geliyor. Bazı holiganlar bu konuyu suistimal etmeye çalışsa da takımlar arasındaki çekişmenin özünde taraftarların takımlarına olan bağlılıkları bulunmaktadır. Türkiye’de siyaset ve futbol ikilisinin yan yana gelebileceği nadir takımlar varken “Gezi Parkı” olaylarıyla birlikte bu ikili sıkça tezahüratlarda ses bulmuştur. Adana Demirspor ve Beşiktaş taraftarları “sol” ile anılırken Bursaspor ve Elazığspor taraftarları “milliyetçi” profiline sahip. Fakat bu takımların taraftarları arasında siyasi sebeplerden dolayı bir çekişme söz konusu değildir. Örneğin farklı siyasi profile sahip Bursaspor ve Beşiktaş taraftarları arasında bulunan tribün tabiriyle husumet tamamen takımsal sebeplerden dolayıdır.
Özellikle “Gezi Parkı” eylemlerinden sonra futbol müsabakalarında 34.dakika taraftarların siyasi slogan atma dakikasıdır. Gezi Parkı olaylarının uzun sürmesinin bir nedeni de taraftar gruplarıdır. Taraftar grupları Türkiye’nin en büyük Sivil Topluk Kuruluşu kadar güçlü ve azımsanmayacak derecede kalabalıktır. Bir başka özelliği ve bana göre en güçlü özelliği taraftar gruplarının kontrol edilememeleridir. Bu denli kalabalık ve çok sesi kitlenin şuurunu kontrol etmek çok zordur. Bu sebeple özellikle Türkiye’de futbolu siyasete bulaştırmak ülkenin iç güvenliğini önemli ölçüde zayıflatır. Spor yazarı Craig McGill, siyaset ve futbol ikilisini şöyle açıklıyor: “Spor ve siyaset, potasyum ve su gibidir; bir araya geldiklerinde sadece sorun çıkartırlar.” Gerçekten de dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de bu ikili bir araya geldiğinde büyük sorun çıkarmaktadır. Gezi Parkı olaylarında bir araya gelmez denilen Göztepe-Karşıyaka, Adanaspor-Adana Demirspor, Fenerbahçe-Galatasaray gibi takımların taraftarları aynı sloganı attılar. Hatta İstanbul kulüplerinin taraftarları Gezi Parkı eylemlerinde İstanbul United adında bir birliktelik hareketi bile başlattı.
Gezi Parkı olayları sonrası tribünlerden atılan siyasi sloganlar Beşiktaş taraftarlarını gruplaşmaya itti. Çarşı grubuna karşılık 1453 Kartalları kuruldu. “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganı atan Çarşı grubunu, 1453 Kartalları sessiz kalarak protesto etti. Aynı renklere gönül vermiş Beşiktaş taraftarları arasında bile siyasi sebeplerden ötürü büyük ayrılıklar oluştu. Yetkililer bu olayların içyüzünü araştırarak sorunu en kısa zamanda çözmelidir. Aksi takdirde taraftarlar, futbol ve siyaset ikileminde maçlarını televizyondan izlemek zorunda kalacak. Çünkü bir çok maç, taraftarlar arasındaki siyasi sebeplerden ötürü seyircisiz oynanacaktır.
Dipnotlar
Serhat Yalmaç
[4] Çav Bella şarkısı İtalya’da Mussolini döneminde devrimci grupların marşıdır.Kaynakça
___________________________
Forbes Dergisi, Kasım 2013 sayısı
Kuper: Simon, “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir”
McGill: Craig, “Futbolun Kârhanesi”
http://www.turkspor.net/detay.asp?id=58062
http://www.acunn.com/index.php?r=News_Controller/news_detail_action/25337